Son Dans ve Michael Jordan: 3. klasör

Bu belgesel bize şunu hatırlattı: Michael Jordan, sadece dünyanın gelmiş geçmiş en büyük basketbolcusu değil. O, aynı zamanda dünyanın gelmiş geçmiş en önemli spor figürü. Amerikan popüler kültürünün dünyayı bir örümcek ağı gibi sarmasındaki başlıca sebeplerinden biridir.

by

Kazanmak nedir? Her şey kazanmak için midir? Yoksa ‘kazanmak’ işin sadece bir parçası mıdır? İnsanın hayatını neyle tanımlamalıyız? Bir başarı hikayesi yaratmak tüm kirleri örter mi hayatımızda? Michael Jordan ve Chicago Bulls hikayesinde bu sorular her şeyin koordinatlarını belirler zihinlerimizde. Çünkü spor dünyasına girdiğimizde ve hafızalarımızdan spor olaylarını bir film şeridi gibi geçirdiğimizde şunu çok iyi anlarız: Kötülere bile saygı duyuyoruz. O andan itibaren ilkeler sadece güzel yazılmış kelimelerden ibaret kalıyor. Gerçek olan ise herşeyin bir bedeli olduğu. Düşman görülmeye razı olmak, nefret edilmeye ise katlanmak.

‘The Last Dance’ yani ‘Son Dans’ vesilesiyle bazı konuları masaya yatırmaya devam edelim. En son bir de konuyu ve belgeseli toparlarız.

https://cdn.media.gazeteduvar.com/2020/05/nba.jpg
Michael Jordan ve Isiah Thomas

Geçen yazımda bahsetmiş olduğum ama sırası gelmeyen bir konu vardı. Şimdi girelim ufak ufak. Evet, biliyorum. Bekliyordunuz. Isiah Thomas ve ‘el sıkışmama’ meselesi. Bu konu yıllardır yanlış anlatılıyor. Gerek Amerikan medyasında gerek globaldeki NBA yayıncılığı yapan medyada. Detroit Pistons’ı ve Isiah Thomas’ı ‘kötü adam’ olarak tanımlıyor bugünün medyası ve elenmenin ardından el sıkışmamaları tarihin en büyük ayıbıymış gibi anlatılıyor. Bu, gerçek değil dostlar. O dönemi yaşadım. Şahidiyim. Isiah Thomas önderliğindeki Detroit Pistons takımı 1991 Doğu Konferansı Finali’nde Chicago Bulls’a 4-0 elendikten sonra elendikleri için el sıkışmayı reddetmediler.

O dönemki Detroit Pistons nam-ı diğer ‘Bad Boys’ yani ‘Kötü Çocuklar’ savunma ve sertlikleriyle ünlü bir takımdı. Öyle ki bu sertlikleriyle 1989 ve 1990’da üst üste iki kez şampiyon olmayı başardılar. Michael Jordan ligin açık ara en iyi oyuncusuydu elbette ama Pistons onu ‘Jordan Rules’ yani ‘Jordan Kuralları’ ile alt etmeyi başarmıştı. 1991’deki Doğu Konferansı Finali başlarken Chicago Bulls cephesinde çok önemli bir algı operasyonu başlatıldı. Koç Phil Jackson ve Michael Jordan’ın başlattığı bu harekat medyadaki tabiri caizse ‘şakşakçı’ları da harekete geçirirek Detroit Pistons üzerinden bir algı operasyonu yapıldı.

‘Detroit Pistons takımı kötü’, ‘Pistons oyuncuları serseri’, ‘Lige zarar veriyorlar’, ‘NBA’in imajını mahvediyorlar’ gibi birtakım algılar oluşturuldu. Keza işe yaradı. Seri daha başlamadan Amerikan NBA seyircisi Pistons’dan nefret eder hale geldi. Bu algı ‘Bad Boys’u yani ‘Kötü Çocukları’, ‘Kötü Adamlar’ pozisyonuna koydu. Artık onlar düşmandı. Ki bu hakemlerin bakış açılarına kadar yansıdı. Maçları tekrar bir izleyin o seride. Pistons hiç de son iki yılın şampiyonu gibi muamele görmedi. Tabii ki basketbol bu. Kazanmak da var kaybetmek de. Chicago Bulls’un her halükarda bu seriyi geçen taraf olacağı açıktı elbette ama bu şekilde olması asla unutulmayacak bir rezalete sebep oldu. Serinin bitiş düdüğü çaldı, Michael Jordan ve Bulls oyuncuları sahanın ortasında öyle dururken, Pistons oyuncuları el sıkışmadan soyunma odasının yolunu tuttu. Yıllarca Isiah Thomas’a bu konuda bel altı vuruldu ama bence yanlıştı. Birincisi o dönem lig sert oynanırken illa herkes el sıkışmıyordu. Sıkışmayanlar oluyordu. Sonuçta sen beni insanların gözünde ‘kötü adam’ veya ‘düşman’ pozisyonuna koyuyorsun sonra el sıkışıp öpüşmeyi mi bekliyorsun? Isiah Thomas ve Pistons takımının yaptığı doğru değil belki ama yanlış olmadığı da kesin. En azından haklı gerekçeleri var.

Isiah Thomas’a bu konu sorulduğunda “Evet, o güne dönebilseydim tabii ki el sıkışırdım” diyerek pişmanlığını dile getirdi. Ama Isiah Thomas şu anda 60 yaşında. Elbette böyle söyleyecek. Haklı olduğunu hem o çok iyi biliyor hem de Michael Jordan ve Chicago Bulls cephesi. Keza bu belgesel yayına girmeden en az 20 küsur yıl önce bu ikili barıştı.

Michael Jordan’ın ‘politik’ ve ‘sosyal’ olaylarla olan ‘olmayan’ ilişkisi çok eleştirildi. Hatırlıyorum, bu konu aktif olarak oynadığı yıllarda da çok fazla gündem teşkil ediyordu. Hatta Michael Jordan’a bir keresinde senato yarışındaki siyah aday Harvey Gannt’a neden destek vermeyeceği ile ilgili soru sorulduğunda verdiği cevap şöyleydi: “Cumhuriyetçiler de ayakkabı satın alır.”

Belki de bu yüzden Mohammad Ali, “Mohammad Ali” ve Michael Jordan, “Michael Jordan”. Sosyal olarak  kitleleri ardından sürükleyen sanatçı ve sporcuların siyasi olarak aktif bir rol almaları gerektiğine inananlar vardır. “Buna gerek yok” diyenler de. Aslında iki türlü düşünce biçimi çok yanlış değildir. Ticaret yani ‘para’nın rengi ve dili yoktur. O yüzden konjonktöre göre hareket edenlere hak verebiliriz. Boks tarihine bakın, muhtemelen Mike Tyson’ın istatistikleri Mohammad Ali’nin çok daha üzerindedir. Belki de daha iyidir. Ama hiçbir zaman ‘Mohammad Ali büyüklüğü’ ile kıyaslanmamış, kıyaslanamamıştır. Neden? Çünkü Mohammad Ali’nin inandığı bir davası vardır. Lafını ise asla esirgemedi. Michael Jordan’ın dönemini bununla kıyaslamak da doğru olmayabilir.

Bu belgesel benim veya benim yaşımın üzerindeki insanlara bir şey katmamıştır. Çünkü biz o dönemini canlı tanıklarıyız. Ama 35 yaş altı jenerasyonuna, Kobe Bryant ile LeBron James ile büyümüş basketbolseverlere Michael Jordan’ı çok iyi anlatan bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Tabii bizi de tekrar geriye götürüp bilgilerimizi tazelememize yardımcı oldu diyebiliriz.

Belgeselin ilk PR’ı şöyle yapıldı: “Öyle görüntüler var ki hepinizin ağzı açık kalacak” ya da “çok mahrem görüntüler var hiç kimsenin bilmediği”. Hepsi yalanmış. Bilmediğimiz hiçbir şeyi izlemedik diyebiliriz. Ama belgesel yayına girmeden evvel müthiş gaz verildi medya üzerinden. Michael Jordan bile “Bu filmi izledikten sonra beni artık sevmeyeceksiniz” gibi söylemlerde bulundu. Filmde koç Phil Jackson’a çok az bölüm ayrıldığını düşünüyorum. Resmen tabiri cazise bir “yancı” profilinde görünüyor ve konuşuyor.

Bildiğimiz ama çok konuşmadığımız bir konu vardır Michael Jordan’ın devri ile alakalı. Birincisi; zirveye çıktı ve hiç inmedi. Herkes onu yenmeye çalıştı, tüm NBA, ama yenemedi. Bu çok ama çok önemli bir unsurdur. Bütün bir ligin yenemediği adam. Bir şampiyona dönüşmeden önce yenildiği çok oldu. Ama bir şampiyona dönüşünce o tahtı, o tacı kimse ondan söküp alamadı. Çok büyük oyuncular olmadı mı, oldu. Ama o buna müsaade etmedi.

Bugün LeBron James ligin en iyi oyuncusu değil. Hâlâ oynuyor. Kariyeri devam ediyor. Kobe Bryant ise ligi zirvede bırakmadı. Michael Jordan, 1989’da ligin en iyi ve en önemli oyuncusuna dönüştükten sonra 1998’de son şampiyonluğu kazanıp bırakana kadar ligin tartışmasız açık ara en iyi ve en önemli oyuncusuydu. Hiç kuşku duyulmadı. Bunu iyi anlamak gerekiyor.

LeBron James, çok daha iyi bir maratoncu olabilir, devamlılık konusunda. Ama Michael Jordan, 5 bin metreyi 100 metre gibi koştu. Bütün mesele bu.

Chicago Bulls, Michael Jordan’dan evvel sıradan bir takımdı. Ligin son sıralarında yer alıyordu. Michael gelince ise reytinglerde üst sıralarda yer almaya başladı. Arena dolup taştı her maç. Başaramadığı yıllar boyunca bir şampiyon yüzüğü kovalamak içni takım takım dolaşmadı. Chicago Bulls’un kaderini değiştirdi. 90’lı yıllarda ise Chicago Bulls’un dünyanın en popüler takımı olmasına neden oldu. NBA onun yüzünden bu kadar global. Bunlar çok önemli unsurlar. Türkiye’de Ankara’da Gençlerbirliği Spor Kulübü’nün dünyanın en popüler kulübüne dönüşme ihtimali ile aynı ihtimal neredeyse bu.

Bu belgesel bize şunu hatırlattı: Michael Jordan, sadece dünyanın gelmiş geçmiş en büyük basketbolcusu değil. O, aynı zamanda dünyanın gelmiş geçmiş en önemli spor figürü. Amerikan popüler kültürünün dünyayı bir örümcek ağı gibi sarmasındaki başlıca sebeplerinden biridir. Basketbolu bırakalı nerdeyse çeyrek asır olacak ama buna rağmen ne onun efsanesi eskiyor ne de kendi adıyla satılan spor ayakkabı sayısı eksiliyor. Sahada bir sayı makinesi, saha dışında ise bir para makinesi. Bir kültürün temsilcisi.

Bazılarımız onu sadece basketbolundan ötürü seviyoruz. Rakip takım taraftarları kendilerinden çaldığı şampiyonluklardan ötürü nefret edebiliyor. Kimileri onun çok iyi lider olduğu düşünürken kimileri ise onun sadece bir kabadayı, bir külhanbeyi olduğunu vurguluyor. Ama ortada bir gerçek var. O kazandı, kazandırdı. Birilerinin hoşuna gitse de gitmese de. Michael Jordan’ın sözüyle; “Çünkü kazanmanın bir bedeli var, bir fiyatı var.”