Bayramsız bir neslin feryadı!

Babamın, bayram namazına gittiğini hiç görmedim; namaz kıldığını da...

by

Bazı komşuların erkeklerini izlerdim camiye giderlerken, yanında çocukları. Evdekilere hissettirmezdim özlemimi. O namazın ne anlama geldiğini bilmediğim yaşıma rağmen, sezerdim bir bereket olduğunu, bayram sabahını dirilttiğini, müjdelediğini.

Konuşulanlardan, komşulardan duyar, imrenip kıskanırdım. Erkenden uyanırmış herkes. Önce erkekler camiye, sonra evin hanımı bayram sabahı kahvaltısını, bir şölene çevirmeye... Anlatırlardı ki; baba camiden gelince, ilk olarak sevinç içinde ev halkıyla bayramlaşılır, kucaklaşılır, yavrulara harçlıkları paylaştırılırmış. Sonra birlikte bayram kahvaltısına oturulur, bir daha ki Ramazan'a kavuşma duâlarıyla nimetler taçlandırılırmış.

GERÇEKLEŞMEYEN BAYRAM DÜŞLERİ

Benim için bayramın en tatlı, en özlenen yanı hep bu sahne oldu. Ve bu sahne, senaryosuz bir düş olarak çekilmeden kaldı öylece. Hiç gerçekleşmedi.

Bizde durum farklıydı; sevinçleri, coşkuları bayramlara yüklemek bir âcziyet, bir darlıktı. Çünkü bizim diğer günlerimiz de bayramdan farksızdı (!) Çünkü bizim bayramlarımız, bayramsızdı. Bizim gibi çok evlerin olduğunu da, sonradan öğrendim.

'BAYRAM AVAM İŞİYDİ!'

Bayramlık giysi alma heyecanı bile rafa kaldırılmıştı. Annem hep ister ve hatırlatırdı babama. Her seferinde babam kızar, itiraz ederdi. Bu bir avam adetiydi. Modern hayatı benimsemiş aydınlık bir ruh, sadece bayramda kıyafet almak gibi sığ geleneklere tabi olacak değildi. Hem dolabımız, giysi dolu değil miydi? Hatta protesto edilir, o güne yeni bir şey alınmaz, dikilmezdi.

KORKU TUTUĞU ÇOCUKLAR

Anneyle baba arasında kavga çıkmasın, her bayram gibi bu da zehir olmasın diye, biz çocuk olarak susmayı öğrenmiştik artık. İstesek de; istemiyormuş gibi yapmayı, içten gelen en masum duyguyu bile bastırmayı iyi bilirdik.

Bayram gelmeden tasası, gerginliği sarardı bizi. Ne bayramları, ne düğünleri; ne doğumları ne ölümleri, sevemedim ben bu yüzden. Her şey fıtrî oluşumundan uzak, tabiî akışından kopuk bir mecrada, 'yaşar gibi' yaşanmaktaydı bizim evde. Gerginlik ve şiddet ise zirvede...

ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİNDEN DEPRESYONA

En tabiî hisler, özlemler ya da korkular birer âcziyetti. Sanki bunlar insanî değil; mücadele ve törpüleme gerektiren, varlığı seni küçülten, değersizleştiren şeylerdi.

Böyle böyle, özgüven eksikliği dedikleri pençenin ilk tohumları da atılmaktaydı. En masum, en tabiî hisler bir suç ise, sen de bir suçluydun! Bu da yıllarca mücadele edilecek suçluluk duygusunun filiz vermesiydi. Bastırılmışlık, kendi hakikatine yabancılık, kendini sevememe... Çığ gibi büyüyen bir öfkeye yuvarlanmaktaydı hisler. İçte patlayan öfkeler ise, sinsi bir depresyon illetine...

En komiği de bunların bizim "iyiliğimiz, çağdaş gelişimimiz, özgüvenli şahıslar olmamız" için yapılıyor olması değil miydi? Canım annem, canım babam... Onlara da mı böyle öğretilmişti ki?

KAÇMAK! YA EVE DÖNÜŞ...

Evimden uzaklaşmak isterdim sık sık. Kaçma girişimim de oldu. Ancak özgüveni az, korkuları fazla olan bir çocuk ne kadar uzaklaşabilecekse, o kadar uzağa gidebildim her seferinde. Aklımda hep "Hansel ve Gratel" ile, evin dönüş yolunu bulabilecek miyim kaygısında, izleri belleye belleye...

Türk filmlerinde yaşıyordum hayalimdeki hayatı. Yoksul, ama mutlu, geleneksel bir aile. Ne kendine, ne dinine, ne öz kültürüne yabancılaşmamış. Korkmamış, korkutulmamış.

Ahh anneanne... Sıradan ve faziletli varlık. Sen vardın elimizden tutan. Bize sen öğretecektin dinimizi. Ama çabuk göçtün; ömrün dirilişimize yetmedi.

BATILILAŞMAK; AMA NASIL?

Soframızda, tabakların yanında servis bıçağı ve peçete olmazsa, kıyamet kopardı. Babam her şeye nizamî dikkat eder, standardı mümkün oldukça 'batılı' tutardı. Pek güçlü takıntıları vardı. Batılılaşmaktan anlaşılan buydu! Zavallı annem de zamanla ayak uydurdu ve alıştı şüphesiz, alışmak zorundaydı.

ÇOCUK VE SEVGİ ÖZLEMİ

Fırsatını buldum mu, çocukları olmayan üst kat komşumuzun evine kaçardım. Onların çocuk özleminde, ben de kendi özlemlerimi dindirir, biraz nefes alırdım. Onların yanında yüzüm güler, aydınlanırdım. Verdikleri bayram şekerlerini biriktirir, bayram harçlıklarımı saklardım. Çünkü evimizde, bayram harçlığı sevinci de avamdı. İhtiyacımız mı vardı? Hatta ayıptı (!)

KENDİ ÇOCUĞUMA DİNİ NASIL ANLATACAĞIM?

Arefe veya bayramın ilk günü, ziyareti yapılan kabirlere biz çocukların götürülmesi yasaktı. Annem bir iki götürdü babamdan gizli; ama duyulunca sonu bir felâketti. Nihayet ölüme de, kabire de, uğurladığımız sevdiklerimize de mesafe koyduk. Gönlümüz başka, kendimiz başka bir âlemde yaşıyorduk. Gizli gitmekten korktuk. Gidilmedikçe, bilinmedikçe hayat ve ölüm gerçeğinden de koptuk. Köksüzdük, böylece daha da çok korktuk.

ŞÜKÜR Kİ NURLAR'I TANIDIM!

Şimdi bilmediğim bayramları, kendi çocuğuma nasıl yaşatacağımı da bilmiyorum. Ama yolumu aydınlatan Nurlar'dan medet umuyorum. Nurlar'ı tanıma, anlama duâsıyla her gün yeniden diriliyorum.

Belki anneannemin duâsı kabul oldu. Rabbim merhamet etti, diledi. Ölmeden önce, karşıma güzel insanları çıkardı. İman ve Kur'ân hakikatlerini tanıyorum. Şükür ve gözyaşları ile geçen günlerimi telâfi etmeye çalışıyorum. Yolun çok başındayım, duâlarınızı umuyorum.