https://aawsat.com/sites/default/files/styles/opinion_small/public/2019/01/07/fdsgfjd.jpg?itok=r3SeTIC7

الشرق الأوسط

​Lübnan: Sönük uluslararası pozisyonlar ve yönetimin kışkırtıcı uygulamaları

by

Lübnan ayaklanmasının 17 Ekim 2019’da patlak vermesinden bu yana gözlemciler özellikle somutlaşan ve dini gruplar ile mezheplerin ötesine geçen öfkenin gölgesinde ülkenin büyük devletlerin stratejilerindeki konumunu sorguluyorlar. Diğer yandan yönetimin bu öfkenin boyutunu ve önemini görmezden gelmesi, ülkenin sokaklarını ve meydanlarını dolduran Lübnanlıların çoğu için en hafif tabir ile kışkırtıcı olarak tanımlanan uygulamalarında ileri gitmesi de bu soru işaretini büyütüyor.

Söz konusu uygulamalar arasında belki de en pervasız olanı,  hükümeti kurma sürecini kuşatan atmosferdi. Anayasayı, ülkede var olan dengeleri ve teamülleri ihlal edecek biçimde zorunlu meclis istişarelerini geciktirmek, başbakanı görevlendirmeden önce hükümeti kurmak ve hükümet programını başbakana dayatmaktı.

Küresel pozisyonları incelemek, Lübnan ayaklanmasının mücadelesini sürdürmesine ve geri adım atmamasına yardımcı olabilir. Daha ileri aşamalara geçmeye ve pozisyonlar benimsemeye teşvik edebilir.

Lübnan’ın halihazırda içinden geçmekte olduğu aşamanın 2003 yılında Irak’ta Baas rejiminin yıkılması ve 2011 yılında Suriye’de devrimin patlak vermesinin bölgedeki İran yayılmacılığını hızlandırmasından bu yana en ciddi ve hassas aşama olduğu herkes tarafından biliniyor.

Lübnan fırtınaların merkezine yerleşti ve kendisine yönelik uluslararası, bölgesel pozisyonlar değişti. Bu değişimin arkasında ise İran nüfuzunun Lübnan topraklarında tehlikeli bir boyuta ulaşmış olması yatıyor. Lübnan’ın benimsediği demokratik değerleri, oluşumları arasındaki dengeyi, dış politikasının ayırt edici özelliği olan olumlu tarafsızlığı yıkarak varlığını tehdit eder bir hal almış olması bulunuyor. Nitekim bütün bu etkenler, geçmişte Lübnan’da istikrar, hatta refah dönemleri yaşanmasına katkıda bulunmuştu.

Bugün küresel ve bölgesel güçler, Lübnan ile ancak İran ile aralarındaki çatışma ve bölgedeki nüfuzunun nasıl dizginleneceği konusundaki çıkarları bağlamında ilgileniyorlar. Bu çerçevede ise yalnızca uluslararası ve bölgesel pozisyonlarını iki Şii güç ve bir Hristiyan güçten oluşan mevcut yönetimin uygulamalarını, Lübnan rejimi hatta yapısı üzerinde bırakabileceği izleri yeniden gözden geçirebiliriz.

Açıkçası Lübnan ayaklanmasına yönelik uluslararası ve bölgesel pozisyonları sorguladığımızda ortaya birçok ikilem çıkıyor:

Uluslararası ve bölgesel güçler ayaklanma ile ilgileniyor mu? Bu ilgi, ayaklanmanın çıkarına mı ve ona yardım edebilir mi? Yoksa sürekliliğini ve başarısını tehdit eden tehlikeler mi taşıyor? Her iki durumda da küresel ve bölgesel güçlerin; yönetimin ayaklanmaya verdiği tepki, hükümet, ekonomi, finans ve para krizlerini idare yöntemine karşı tutumları nedir?

Washington, Lübnan’ı İran rejimi ile yüzleşme alanlarından biri olarak görüyor. Tahran’a uygulanan yaptırımlar, Lübnan’da Hizbullah’a uygulanan yaptırımlardan ayrı tutulamaz. Bu yaptırımlar Mollalar rejiminin yanı sıra ideolojik ve organik olarak kendisine bağlı milis uzantılarını da zayıflatmayı amaçlıyor.

Washington’ın bölgede askeri müdahale seçeneğinden vazgeçtiği ve Körfez bölgesindeki askeri varlığını güçlendirme seçeneğine yöneldiği açıkça görülüyor.

Buna ek olarak ABD, İranlı göstericilere karşı işlenen katliamların görüntülerini yayarak yüzlerce ölü ve binlerce tutuklu olduğuna yönelik bilgiler yayınladı. Böylece İran rejiminin aynı anda hem siyasi hem de dini meşruiyetini kaybetmesini sağlayacak bir planı benimsiyor. Vahşeti ve baskıcılığı çok eskilere dayanan rejimin dini ve ahlaki maskesini düşürmeyi amaçlıyor.

Ne olursa olsun, ABD’nin stratejisinin sabır saati yavaş bitiyor. Lübnan’ın saati ise hızlı.

Rusya ise Ortadoğu’daki geleneksel rolünü geri kazanmak, Suriye’deki yeni rolünü bir dereceye kadar Lübnan’da da pekiştirmek için bıkıp usanmadan ABD’nin bıraktığı boşlukları doldurmaya çabalıyor. Bunu da resmi, liderler, Hizbullah veya devrimciler olsun birden fazla düzeyde Lübnan’daki siyasi taraflar ile yakın temaslar kurarak gerçekleştiriyor. Lübnan ile doğalgaz ve petrol arama anlaşmaları imzalamak ve Lübnan ordusunu silahlandırmak gibi Lübnan’da halen uzak olduğu alanlara da sızmaya çalışıyor. Rus stratejisi –tabiri caizse- Lübnan karar alıcıları üzerinde önemli bir konum elde etmeye dönük bir strateji. Rusya bu sayede, Suriye’deki varlığını ve rolünü, İran ile çıkarcı ve nesnel ittifakını tamamlamak istiyor.

Rus diplomasisi, İran’ın ülkesinde oynadığı rol ve emelleri nedeniyle Lübnan’ın yaşadığı endişe ve korkuyu anlıyor. ABD’nin geleneksel müttefiklerinin, Başkan Donald Trump’ın değişken tutumları, kararsız politikaları ve İsrail politikalarına verdiği sınırsız destek nedeniyle kaldıkları zor durumlardan yararlanarak bölgede puan kazanmaya çalışıyor.

Bütün bunlara karşın Rusya, Lübnan’da kurtarıcı rolünü oynayabilir mi? Trump idaresi ile pazarlık yapabilecek bir ortak olarak kendisini dayatabilir mi? Kamışlı’da sahip olduğu ve ABD güçlerinin konuşlanmış olduğu bölgeden çok uzak olmayan askeri hava üssü, Humeymim Üssü, ABD’nin Lübnan’daki Hamat Hava Üssü’nde olduğu gibi Washington ile birlikte yaşayabilir mi?

Her şeye rağmen Rusya, Lübnan’dan uzak ve Moskova için daha önemli sebeplerden dolayı Hizbullah’ı rahatsız edecek bir uzlaşıya yanaşmayacaktır. Bu yüzden bir yandan ayaklanmanın taleplerini haklı gördüğü açıklamalarını sürdürürken diğer yandan da yönetimi desteklemeye ve onunla temaslarına devam ediyor. Böylece, Cumhurbaşkanlığı ve Özgür Yurtsever Hareket’in kapılarının kendine açık kalmasını sağlıyor.

Avrupa’nın tutumuna gelince… Tahminler çok da cesaret verici değil. Çünkü tahminler, yönetimin tutumlarına karşı olmadığı hatta biçimi ve üyeleri bakımından Hizbullah’ın istediği gibi bir hükümet kurma yolunda ilerlemesini desteklediğine işaret ediyor. Bu küçük ülkenin tarihinde daha önce benzeri görülmemiş halk hareketini ise görmezden geldiğini gösteriyor.

Arap ülkelerinin suskunluğunu ise bazıları ayaklanmayı zor duruma düşürmeme ve önünü kesmeme isteğine bağlıyorlar. Bazıları da bunu, Arap ülkelerinin, Lübnan ve Lübnanlılardan umutlarını kesmesinin bir sonucu olarak değerlendiriyor. Her iki sav da doğru olabilir. Ancak ne olursa olsun, isterse ayaklanma ve yönetim düzeyinde olsun Lübnan olaylarına yönelik Arap tutumunu katılımcı olmaktan ziyade gözlemci bir tutum olarak tanımlamak daha doğrudur. Lübnan’a bölgede sürdürdüğü çok hedefli stratejik mücadeleler perspektifinden baktığını belirtmeliyiz. Birçok Arap ülkesinin yaşadığı istikrarsız durumu ve karşı karşıya olduğu dış bölgesel tehditleri de unutmamalıyız. Buna bağlı olarak tamamen kendi iç ve dış güvenliklerini korumaya odaklanmış bulunduklarını söylemeliyiz.

Washington, Paris ve özellikle de Cumhurbaşkanı Macron, Londra ve Arap ülkeleri, Başbakan Saad Hariri’nin Başbakanlık Sarayı’na dönmesinden vaz mı geçtiler? Burada kastedilen, şahıs olarak Başbakan Hariri’den değil, bir yanda Lübnanlı Sünni toplumunun siyasi bileşen içindeki dengeleyici rolünden diğer yandan da halk ayaklanmasından vazgeçip geçmedikleridir.

Taif ve anayasayı bir kenara itmek bu kadar kolay mı?

Bu pozisyon, Batı nüfuzunun daralması, İran ve Rusya’nın bölgedeki rolünü geri kazanması karşısında gerilemesinin bir sonucu mudur? Yoksa Lübnan ve bölgede İran ekseni karşıtı güçlerin, İran ve başta Hizbullah olmak üzere uzantılarına karşı mücadelelerinde küresel ve bölgesel desteği yanlarına almakta başarısız olmasının bir sonucu mudur?

Halk hareketine karşı sönük küresel ve bölgesel pozisyonlar endişe ve korku yaratıyor. Çünkü yönetimi, performansından ve uygulamalarından dolayı sorumlu tutmuyor. Dolayısıyla Lübnan’da durum, yönetim ve Irak’ın büyük bir bölümüne yayılmış, kökleşmiş İran’ın uzantılarının vahşi müdahalelerine ve baskısına maruz kalan Irak halk hareketinin durumuna benzeyebilir.

Bugün Lübnanlıların korktuğu şey, Suriye savaşının başlangıcında düzenlenen protesto gösterileri ile Irak’ta yaşanan protesto gösterilerine müdahale kararını alan taraf ile Lübnan’da patlak veren halk hareketinin yazgısını kararlaştıracak tarafın aynı olmasıdır.