Yaşanmış vahim bir olaydan söz etmek istiyorum

İzzettin Önder yazdı

by

Londra kentinde çeşitli alanlar ve alanları süsleyen anıtlar, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun simgesidir. Hristiyanlığın hüküm sürdüğü bazı Avrupa ülkelerinde de büyük katedraller, Minster adı verilen dinsel yapıtlar da toplumu bir arada tutan dinsel yapının kolonları-kirişleri işlevini görür. Benzer şekilde İslâm dünyasında da, felsefesi gereği Hristiyan dünyasındakiler kadar şatafatlı olmamakla beraber, görkemli camiler birer simge olarak yer alır.

ADALET SARAYLARINDA TABELALARA DEĞİL, DEVLETİN BİLİNCİNDE KAZINMALIDIR

Günümüzde toplumları çimentolayan temel öge laiklik anlayışının başatlığında söz konusu anıt yapılar sosyo-politik işlevini yitirmiş olmakla beraber, sanatsal ve mimari şaheserler olarak yerlerini korumaktadırlar. Farklı alt-kimliklerden oluşan insan topluluklarını barındıran günümüz devlet yapısında çimentolama işlevini laiklik ilkesini de barındıran adalet görür. Adalettir ki, farklı din, dil, ırk vb gibi farklı alt kimliklerden oluşan insan toplulukları bir çatı altında yaşayabilir, yaşayabilir olmalarının tek şartı da devlet aygıtı tarafından eşit muameleyle korunabilmeleridir. Geçmişin kabile yapılarından çağdaş devlet yapılarına evirilmenin temel şartı olan adalet, bireyler arasında olduğu kadar, ondan da önemli olarak, devlet ile vatandaş arasındaki ilişkinin de temelidir. Organik devlet görüşünden günümüzün bireyselci devlet görüşüne geçiş anayasalarla devleti sınırlandırıp, bireyi serbest bırakırken, adalet ilkesi bireyler arasında ve özellikle de devlet ile birey arasında olması gereken çağdaş ilişkiyi zayıflatmamış, tam tersi, kuvvetlendirmiştir. Kapitalizmin bireyler arasında devreye soktuğu ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı sınıf ya da alt-kimlik algılamalarına rağmen, sosyal bilimci Jean-Jacques Rousseau, iktisatçı Alfred Marshall ve sosyolog Thomas Humphrey Marshall gibi düşünürlerce sınıf ya da alt-kimlik farklılıklarına rağmen, vatandaşlık bilinci ve görevi ile insanların bir devlet yapısı içinde yaşam birliktelikleri adalet içinde sağlanabilmektedir.  

Ancak; toplumdan devlete evirilme olgusunun gizemi vatandaşların birbiri ile ilişkilerinde olduğu kadar, ondan da öte devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkide saklıdır. Bireyselci devlet anlayışına göre, vatandaş için var olan devlet olgusunun bekası geçmişle anlamsızca ve adeta sığınırcasına övünmekle değil, tüm sorumlulukları en derinden hissedercesine tarih bilincinin yüksekliği ile olanaklıdır. Devletin tarih bilinci, geçmişinin acı ve tatlı olaylarından ders alarak yürüyüşünü çağdaş koşullara uyarlayarak sürdürmesi için gerekli koşuldur. Devletin yüzeye çıkarıp ders aldığı her olay-bilgi devleti yüceltir; buna karşın bilinç-altına ittiği her olay-bilgi ise, her ne kadar resmi olarak reddedilse de, devleti akamete uğratır, toplum çimentosunun yapısını bozar. Bundan dolayıdır ki, laiklik ve adalet bir toplum için olduğu kadar bir devletin bekası için de salt anlık bir gereklilik olmanın çok ötesinde, tarihsel bilincin oluşumunda olmazsa olmaz nitelikli vaz geçilemez temel gerekliliktir. Bu nedenledir ki, adaletin mülkün temeli olduğu söylemi salt adalet saraylarında tabelalara değil, devletin bilincinde kazınmalıdır.

BİLİNCİMİZE KAZINMIŞ VAHİM OLAYLARIN DEVLET TARAFINDAN ELE ALINIŞI

Bugün burada 1970’lerde yaşanan ve bilincimize kazınmış vahim olayların devlet tarafından ele alınışından söz etmek istiyorum.

Her yılın 7 Aralık günü bir gurup iktisatlılar Zincirlikuyu Mezarlığı’nda 1979 yılında bir kör kurşuna kurban edilmiş olan Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil hocayı anar. Bu program salt saldırıya uğramış bir kişiye, bir hocaya saygı programının çok ötesinde, topluma yönelik şiddet ve baskılama eylemine tepki anlamını taşır. 1970’lerin alt-üst oluşunda yaşananlar salt birer cinayet olmayıp, bir yandan topluma ya da belirli kesimlere belirli mesajların iletilmesine, diğer yandan da toplumun sindirilip baskı altına alınmasına yönelikti. Aynı dönemde Bedreddin Karafakıoğlu, Fikret Ünsal, Ümit Yaşar Doğanay ve daha birçok aydın benzer şekilde terörün kurbanı olarak seçildiler. Zaman nankördür, insan hafızası da nisyan ile maluldür, fakat devlet olmanın olmazsa olmaz koşulu toplumsal ve devletsel hafızayı temiz ve diri tutmaktır. Doğal olarak, bu tür olaylar karşısında devletin birinci görevi polisi, istihbarat teşkilatı ve tüm bürokrasisiyle olayların failini ya da arkadaki örgütü saptayıp adalete teslim ederek olay üzerindeki sır perdesini kaldırmaktır. Böylesi politik cinayetlerde devletin aklanması açısından temel görev zanlının adalete teslimi olmakla beraber, kendi hafızasını temizlemek ve korumak adına devletin bir başka görevi de olayların unutulmaması ve unutturulmamasını sağlamaktır. Siyasi olayların unutulmayacağı ve unutturulmayacağı sloganı salt toplum katmanlarına değil, devlet aygıtına da ait olmalıdır ki, devletin toplumsal adaletin yanında olduğu kanıtlanabilsin. Devlet yıllar boyunca her bir siyasi cinayet günü anma yapamaz. Fakat devlet, yerel örgütleri eliyle bu tür cinayetlerin işlendiği yerlere, olayı anlatan ufak bir anıt koyarak toplumun hafızasını taze tutabileceği gibi, açık veya örtülü destekle böylesi caniyane eylemlere katılan örgütlerin de karşısına çıkmış olur. Bu durum, cinayet sorumlusu bulunamazsa dahi devlet aygıtını aklar.

Cinayeti işleyen örgüt açısından Prof. Tütengil ve diğerlerinin öldürülmeleri salt ilgili insanlara yönelik eylemler olmayıp, tüm toplumu hedef alan organize siyasi suç niteliğindedir. Böylesi kütleleri hedef alan suçlar karşısında bireysel anmalar değerli olmakla beraber, cinayet şebekelerine karşı anlamlı yanıt oluşturma kapasitesi taşımaz. Kaldı ki, bugün anma tertipleyen aile efradı, dost ya da yandaşlar yarın yeryüzünde olmayabilir. Yakın çevre muhalefetin de sönüp gitmesiyle olay tarihin derinliklerinde yok olurken bu durumdan yararlanabilen siyasi cinayet şebekelerine de yeni alanlar açılabilir. Devlet ve toplumun her an müteyakkız olması ancak kamusal programlarla sağlanabilir. Cinayet işlenme mahallerinde, değiştirilmemesi koşuluyla, sokak adları verilmesi ve ufak bir dikili taş ile olayın her daim canlı tutulması gereklidir. Cinayet mahalleri hangi şehirde ise o şehrin yerel idaresi durumu ve adresi saptayarak toplumsal ve devletsel hafızaya böylesi bir bilinç kazıyabilir.

Bu fikir değerli bir arkadaşıma ait olarak bana çok anlamlı geldi. Siyasi cinayetler fikir özgürlüğünü baskıladığı gibi, toplumsal örgütlenme biçimini ve devlet aygıtını da hedef alabilir. Devletin, hafızasını taze tutarak bilinç oluşturması vatandaşın kenetlenmesini sağlarken, aynı zamanda da devlet örgütünü cinayet şebekelerinin karşısına koyar ve aklar.

İzzettin Önder

Odatv.com