“Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim?”
Paula Vogel’in 1997'de yazdığı, 1998'de ise drama dalında Pulitzer Ödülü kazandığı ve bizlerin de ilk defa 2005’te, Tiyatro Fora’dan dikize yattığı, efsunu adında saklı “Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim?” bu defa, Oyun Atölyesi’nin kadrajıyla ve B Planı kurucusu Sami B. Marçalı’nın yorumuyla karşımızda. Oyun sonrası ekiple bir araya geldik ve ortaya hayatın koordinatlarıyla paralel uzun bir röporatj çıktı…
by Betül Memiş / Cnnturk.comPlaton, “Sanatın bir taklit olduğunu hatta taklidin taklidi” olduğunu söyler. Kant, “Sanatın kendi dışında, hiçbir amacı yoktur. Tek amacı kendisidir, güzel sanatı ancak deha yaratabilir” derken; Hegel ise, “Sanattaki güzellik doğadaki güzellikten üstündür. Sanat, insan aklının ürünüdür, kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır” cümlesiyle belki de insanı özne yaparak kontrole çağırır. Günümüzde sanat neye dönüştü veya dönüşmeye devam ediyor; bu şimdilik bir dilemma belki ama Aristoteles’in sanatın rolünün “doğanın taklidi” olduğunu ileri sürerken kullandığı (Yunanca taklit anlamına gelen) mimesis’e denk düşüyor çoğu şey…
“Sanatın kendi dışında hiçbir amacı yok mudur?” Kant’ın sorusunun şiarında ve Aristoteles’in ‘mimesis’inde akarken, manzaraya tersten bakmaya ne dersiniz? Aristocu tiyatro elementlerini kendine has uslubuyla bozarak ‘kuralları arkanıza koyun ve bir daha bakmayın’ diyen Amerikalı oyun yazarı, üniversite profesörü (1951) Paula Vogel’in yazdığı “Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim?” bu defa, Oyun Atölyesi sahnesinde. 1970’lerden itibaren edebiyat çevrelerinde adını duyuran, metinlerinde çocuk istismarı, LGBTİ, AIDS (ki 1988’de kardeşini bu hastalıktan kaybediyor ve ailesi, HIV Pozitif olanlara ve AIDS hastalarına destek için, kâr amacı gütmeyen bir vakıf kuruyor) gibi konuları işleyen Vogel, bu bağlamda yine böylesi damardan bir yüzleşmeyle karşımızda. Üşenmez de hatırlarsak; Biyoloji ve cinsiyet çalışmaları profesörü Anne Fausto-Sterling ile evli olan Vogel, 2013’te İstanbul’a bir söyleşi için gelmişti ve bizleri, kendisinin ne kadar da kuraldışı bir yazar olduğunun canlı canlı tanığı yapmıştı.
Sami Berat Marçalı’nın yönettiği ve Türkçe’ye çevirdiği oyuna hayat verenlerse; (son olarak yine Marçalı’nın yazıp, yönettiği “Yuva” ile Afife En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan) Özlem Zeynep Dinsel, (belleklerde Oyun Atölyesi’nin “Aşk Delisi”yle konuşlanan) Berk Hakman, (başarılı koro performanslarıyla genç oyuncuları) Yasemin Çolak, Yezdan Kayacan ve İnci Sefa Cingöz. Fındık’ın hayat yolculuğunu Antik Yunan Tragedyası’nı da katarak destekleyen tek perdelik oyunun dekor tasarımı Marta Montevecchi, kostüm tasarımı Selin Ölçen, müzikleri Çağrı Beklen, ışık tasarımı ise Kemal Yiğitcan imzası taşıyor.
Amerika’da 60’lı yıllarda kırsalda yaşayan ‘geniş aile’ içinde büyüyen Fındık’ın (zira bu ailede herkesin bir lakabı var) 47 yaşındaki halinden dinliyoruz, 11 yaşından itibaren neler yaşadığını. Kim yok ki bu geniş ailede, çocuk denecek yaşta evlendirilen ve o durumun içinde iğdiş edilerek daha da bağnazlaşan bir anneanne; Fındık’ı babasız büyütmek zorunda kalan bir anne; cinsiyet ayrımcılığı yapan, umursamaz bir büyükbaba; üç maymunu oynayan bir teyze ve savaş anılarının etkisinde kalan, tedavi aşamasındaki alkolik bir enişte…
Dünyada, her yıl, yaklaşık 40 milyon çocuğun cinsel istismara maruz kaldığı tahmin ediliyor ve yaşadığımız coğrafya da bu evrenden fazlasıyla nasibini alanlardan. Raporlara bilahare bakarsınız, acımasız fani hallerimiz “Schrödinger'in Kedisi” kadar belirsiz ve absürt. Bu minvalde de “Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim?” konusuyla paslanmış hatıralarınızı gün yüzüne çıkarabilir ve belki de uzun zamandır kaçtığınız hesaplaşmalarınızı serbest bırakmanıza sebep olabilir, benden söylemesi! Oyun kapsamında, ekiple, Oyun Atölyesi’nin Antre’sinde bir araya geldik. İşte ortaya karışık ahvalimiz…
“Seyirci ve oyuncu için zor bir karşılaşma”
· Oyunun yazarı Vogel’in dert edindiği konuları düşününce ve bir söyleşisinde de, ‘Hayatımı doğrudan etkileyen şeyler hakkında yazıyorum’ cümlesinden yola çıkarsak, sizlerin metine dair hissiyatınız, yaklaşımınız nasıldı?
Özlem Zeynep Dinsel: Sadece Türkiye’de değil, dünyada da bıçak sırtı bir konu çocuk istismarı. Bunu yaşamış, yaşadığını unutmuş veya bastırmış bir sürü insan var. Pek çoğumuzun başından geçen ya da bir yakınının yaşadığı bir hikaye bu. Hem seyirci hem de oyuncu için zor bir karşılaşma. His olarak da her seyredenin kendine has ve özel bir karşılama biçimi olacaktır diye düşünüyorum.
İnci Sefa Cingöz: Konusu itibariyle üzerine titrediğimiz bir hikaye oldu. His kısmında, kendi ailem geldi aklıma; ben böyle bir durumla karşı karşıya kalsam, onların tepkileri nasıl olurdu diye. Mesela Kadıköy vapurundan inip, buraya yürürken, içimden, ‘ne kadar çok çocuk varmış’ dedim. Yanlarındaki adamların onlarla ilişkisini merak ettim. Öncesinde hiç aklıma gelmeyen düşünceler bunlar. Ayrıca konuyu araştırdığımda da bilgilerimin ne kadar eksik olduğunu gördüm. Kısaca, bu oyun benim için öğretici oldu.
Yasemin Çolak: Oyunda tek bir mağdur yok aslında, her bir karakterin kendi içinde bir mağduriyeti var. Bu karakterlerin korkularıyla yüzleşememe hallerinden bende oluşan his ise; çaresizlikti.
· Oyunu sahnelemeye nasıl karar verdiniz?
Sami Berat Marçalı: Bence, tiyatro tarihinde yazılmış en iyi metinlerden biri ve teatral yazılma biçimi de efsanevi. Yazar, dürüst bir bakışla, kesinlikle aklamadan ve olayın sebebinin ‘sistem’ olduğunun altını çizerek, hatta bir yanıyla Dik Enişte’yi koruyan bir noktadan yazmış. Bir feminist yazarın, var olan bir şeyi salt ‘erkekler kötüdür’ üzerinden yazmayıp, aslında onların da birer mağdur olduğunu anlatması, metni bana yakınlaştıran özelliklerdendi.
·Neden bu oyunu seyretmeliyiz?
Sami Berat Marçalı: Kendimizi daha iyi tanımak için! Bu oyun buna yardımcı olabilir. Yüksek sesle ‘mağdurum’ diye gezenlerin, aslında mağdur olmadığını görmesini sağlayabilir.
· Bir yazar ve yönetmen olarak bu metni başka türlü sahnelemek isteseydiniz ortaya nasıl bir fotoğraf çıkardı?
Sami B. Marçalı: Çok daha cesur yapmak isterdim. İnsanları daha rahatsız edecek bir noktadan, yani Dik’in gözüyle anlatmak isterdim. Hikayeyi her türlü Fındık’ın üzerinden anlatabilirsiniz, ama Dik’i anlamak için uğraşırsanız ve dinlerseniz çözümü bulabilirsiniz. Aynı Fındık’ın Dik’i anlamaya çalışması üzerinden bir sahnelemeden bahsediyorum. Çünkü baktığınızda bizim klasik ‘tacizci’ dediğimizden uzakta ve oyundaki tipler arasında da tek entelektüel karakter Dik.
·Oyunda, Fındık’ı mağdur eden sadece Dik Enişte değil, ailesi de bu mağduriyetin birer parçası. Ailenin sessizliğinde de bir riyakarlık söz konusu değil mi?
İnci Sefa Cingöz: Yaşadığımız toplumda sınırlar çok flulaşmış durumda. Bir aile, çocuğu istemese bile, ‘benim çocuğum’ diyerek istediği şekilde sevebiliyor, davranabiliyor. Bu biçimi de normalleştirler. Yetişkinler olarak çocukların sınırlarına daha fazla saygı duymayı öğrenmeliyiz.
Yezdan Kayacan: Bu meseleler kapı açıyor ve o açılan kapılardan tozlar giriyor. Bizler, o tozlarla mücadele etmek zorundayız. Çünkü yokmuş gibi davrandığımızda o tozlar kaybolmuyor. Çocuk istismari gibi konuları konuşmanın ayıp sayıldığı, çoğu kez de inkar edildiği bir dünyadan bahsediyoruz. Benim için bu oyunun, böyle mevzuları gündeme getiriyor ve şu anda bile tartıştırıyor olması kıymetli.
Özlem Zeynep Dinsel: Yüzleşmemek için susmayı tercih ediyorlar. Oyunda teyzenin bir repliği var; kocası Dik’in, bu yaştaki kız çocuklarıyla çok iyi anlaştığını söylüyor. Çünkü inanmasa bile kocasını böylesi bir yerden görmek istiyor. Bir bakıma ‘aile düzeni’ denilen şey de böyle değil mi! Uzaklarda değil aslında, aile içinde vuku buluyor, masumca sanılan konuşmalardan, şakalardan başlıyor istismarlar, riyakarlıklar.
Berk Hakman: Oyunun yazarı Vogel, çok iyi bir metin ortaya çıkarmış. Hikayeyi bir yerden alıp, başka bir yere taşımadan, olduğu yerden, netleyerek vermiş. Mesela, yazar son cümlede Fındık’a sorduruyor ya, işte bence orası anahtar; “Sana bunu kaç yaşında, kim yaptı Dik Enişte?”... Tabii ki anlamak istemeyene ne anlatılsa ya da gösterilse nafile!
“Hayatta da salt iyiler ve kötüler yok ki!”
·Yazar, hem Fındık’ın hem de ailenin anlatımıyla hikayeye tanık ediyor seyirciyi. Bir nevi yansıtma yapan yazar, aslında aileyi suçlayan seyircinin de riyakarlığını gözler önüne seriyor. Örneğin, üst dairedeki herhangi meslekten biri, böylesi bir istismar sonucu şiddetle cezalandırılırken; yine o toplumdan ama bu defa göz önünde yahut popüler birinin yaptıklarının görmezden gelinmesi hali var. Yani bu empati denilen şey, her insana aynı olgunlukta işlemiyor gibi?
Özlem Zeynep Dinsel: Michael Jackson için bir arkadaşım şöyle demişti, “Belgeselini seyredemem, çünkü onu seviyorum ve sevmekten vazgeçmek istemiyorum.” Bu cümleyi kurarken, belki de kendi çocukluğundan bir parçanın yok olmasından korkuyordu. Sonunda vardığı kararsa, “Tamam, seyredeceğim ama istismarcı Jackson başka, benim sevdiğim Jackson başka.” Sanırım normalleştirmek böyle bir şey. Mesela, bugünkü oyunda, Dik Enişte’nin Fındık’a dokunduğu sahnede, ön koltuktaki bir seyircinin güldüğünü gördüm. Belki de onun yüzleşmesi buydu ve ağlamaya başlarsa dağılacaktı. Herkesin nasıl başa çıktığı veya vereceği tepki, yine o kişilerin şahsına özel.
Sami Berat Marçalı: Ama anlarsak bırakabiliriz, durumdan azad oluruz. Anlamazsak devam eder. Joaquin Phoenix’in oynadığı “Joker”le de ilgili tartışmalar oluyor. “Şiddeti meşrulaştırıyor” gibisinden. Bence, hiç öyle bir durum değil. Sistemin dayattığı ve yine sistemin sonucu olan bir durumu anlatıyor; sistem seni mağdur yapıyor ve delirtiyor.
Berk Hakman: Yazar öyle derinlikli yazmış ki hikayenin tek bir bakış açısı yok. Empati yapıp, normalleştirip, kabullenelim değil, “buna da bir bakalım” diyor. Biz de bu bakışla çalıştık metni. Hayat da böyle değil mi, salt iyiler ve salt kötüler yok! Bu bağlamda yazar, hikayedeki topu, tüm karakterlere vermiş. Metni okurken, son sahneye kadar aslında çok gidip geldiğim oldu. Çünkü baktığınızda, o ailde, Fındık gibi Dik Enişte de yalnız hissediyor kendisini. Araba koleksiyonu olan, çok kitap okuyan, Shakespeare bilen ve Fındık’ı ‘hastalıklı bir tutkuyla’ seven ‘hasta’ bir adamdan bahsediyoruz. Ama görünen bu tablodan yola çıkarak Fındık’a dokunmadığını düşündüm ve o son sahne sonrasında dağıldım. İkiyüzlülük içinse, birileri bunları yaptı diye, diğer işlerini görmezden gelemeyiz. Çünkü bunun sonu yok!
·Oyunda büyük fotoğraftaki insan olamama hallerimizin yoruculuğunu gördüm. En basitinden gündelik hayatta, toplu taşımada halka ait bir araçta bile maruz kalınan taciz ve hiddet hallerini düşündüm. Sahneleme sürecinde, sizin psikolojiniz nasıldı ve çalışma doneleriniz nelerdi?
Özlem Zeynep Dinsel: Oyuncu olarak rolün altını doldurabilelim istiyoruz ama tam doldurmaya çalışırken, bir bakmışsın bir mesafe koymuşsun ve onu bastırmaya çalışıyorsun. Gündelik hayatta, toplu taşımada, şurada, burada maruz kaldığımız o kadar çok şey var ki! Oyun boyunca bunların hiçbirini düşünmek istemedim. Çünkü hepsi çok fazla ve aşırı ağır. Dolayısıyla oralardan uzaklaşıp, daha sakin kalmaya çalıştım. Çalışmak içinse zaten yeterince done vardı, kendimizde değilse bile etrafımızda.
İnci Sefa Cingöz: Oyundaki anneannenin durumu ilginç; 14 yaşında evleniyor ve olayı şöyle çözebiliyor, ‘Evliysen tamam, -istemediğin halde sana yapılan o şey- tecavüz ya da taciz değildir’. O sebeple de anneannenin torununa tembihlediği, ‘Evlenmeden yaparsan acır’. Korunmak için kendince çözümü bu. Şimdi düşünüyorum da benim anneannem de çocuk yaşta evlenmiş, o neler yaşadı acaba!
“Seviyorum ama neden katlanıyorum?”
·Oyunda, anne ve teyzenin, o ailenin hastalıklı yapısından kurtulamamaktan öte, kurtulmak istememe ya da alışkanlıklarından sıyrılamama hali de var. Bu bir yandan bizlerin de aile tanımını ortaya seriyor gibi…
Berk Hakman: Aslında aile üzerine sürekli bir baskı var. Örneğin, “Neden evlenmiyorsun?” sorusu. Cevabı basit, “sanane”… Daha ilköğretimde öğretiliyor, çekirdek aile, geniş aile diye. Bu ayrımlarımız ve bu ayrımların içini doldurmaya çalışan hallerimiz sonucu mutsuz bireyler oluyoruz. Bilmiyorum, belki de bunun adı cehalettir. Neden ‘sanane’ kısmından almak istemiyoruz, bu sadece bize ait olan bir yaşam.
Yasemin Çolak: Her şeyi örtük olarak yaşayan bir ülkeyiz. Özellikle aile dediğimiz kısımda daha kapalıyız. Aileler tarafından hastalıklı durumlar ‘sevgi’ çatısı altında normalleştirilebiliyor. Bunu kırmak da o kadar kolay değil! Her şeyin sebebi ve temeli sevgi diyorlar; değil ama! “Seni sevdiğim için bana her şeyi yapabilirsin” ya da “Sevdiğim için her şeye katlanırım” gibi cümleler. Sormak istiyorum; seviyorum evet, ama niye ve neden katlanıyorum?
Yezdan Kayacan: Bence aile vahşi ve aynı zamanda tuhaflıkları da içinde barındıran bir yapı. Bazı kararlar almışız, anne şöyle, baba böyle davranır ve çocuğun görevleri şudur gibi. Bakınca saçmalık, yaşantımız ya da kurduğumuz cümleler bazı alışkanlıkların tezahürü. Ben hiçbir ailenin yan yana oturup, göz temasıyla konuştuğunu düşünmüyorum. O yüzden de o virüsler hızlı yayılabiliyor ve o kişileri de hızlı zehirleyebiliyor.
Özlem Zeynep Dinsel: Aile, hem orada olmak hem de sürekli kurtulmak istediğimiz bir yer ve işin garibi, olsa bir dert olmasa bir dert.
Sami Berat Marçalı: Dürüst bir yapı olmadığını düşündüğüm aile, inandığım bir kavram değil. Çünkü bu sistemin en küçük hali aile. Ama bence, bu oyun bir çizik atıyor. Performans başarılı olsun ya da olmasın, bence sahnede bunu izleyen biri düşünmeye başlıyor.
·Bizlerin, yani ‘seyredenlerin’ gerçekten anlayabildiğini ve çağı yakalayabildiğini düşünüyor musunuz, böylesi enformatik bir alana sahip miyiz?
Sami Berat Marçalı: En basitinden bugün, oyunda Fındık’ın ilk olarak 11 yaşında istismarını yaşadığı sahnede, bir takım erkek izleyicilerin güldüğünü ve hemen sonrasında gülmelerinin içine kaçtığını gördüm. Zaten bakarsanız, sadece o an – o sahne hariç, metnin bir çok evresi komedi yazılmış. Gülen de potansiyel total seyircimiz. O totallerin dünyasında, aslında bu sahne bir komedi. Ama hayır, bu komedi değil! O gülen seyirci, aynı sahnenin sonraki evresinde gülmesini yutmak, yemek zorunda kalıyor.
·Diyelim ki oyunda hayat verdiğiniz karakterlere denk geldiniz, ne söylemek isterdiniz?
Sami B. Marçalı: Fındık’a, “Bu başına gelecek, yaşayacaksın ve yüzleşceksin. Yaşamına bak, rahat ol!” derdim. Diğer karakterlere de, “Sizden büyük bir dünya var, kendinize bakın, ‘ben ne kadar derin ve doğruyum?’ diye… Düşünün!” Çünkü düşünemezseniz zaten total bir seyrici olursunuz.
Berk Hakman: Benimle iletişime geçmediği sürece, ona bir şey diyemezdim, çünkü bakınca kim kime bir öğüt verecek durumda ki!
Zeynep Dinsel: “Yaşamına bak,” derdim.
Yezdan Kayacan: (İsveçli oyun yazarı ve film yönetmeni) İngmar Bergman'a sormuşlar; “Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?” O da; “Utanç,” demiş…
İnci Sefa Cingöz: “Aşk bu değil,” derdim. Ekonomik özgürlüğü olsa belki böyle olmayacak ama bir taraftan da ‘acaba yine de farkına varır mıydı?’ diyorum. Umarım varırdı.
Yasemin Çolak: Oynadığım anne karakterine, ‘Çocuğu al ve git o evden,’ derdim. Çünkü uzaklaşabilirse bazı şeylerin farkına varabiliriz.
Oyun programı için: https://www.oyunatolyesi.com/